Gezmek güzeldir diye başladık, devam edelim madem.
Bu yılın ilk rotası, Atina oldu. Affedersiniz 🙂 genetik olarak bir zayıflığım var bu coğrafyaya karşı. Atina’ya daha önce iş için gidip sadece 2 gece kalıp dönmüştüm. Tadı damağımda kalmıştı. Tabii pek bir yer görememiştim, ama olsun, kokusu, genel hayat felsefesi vurdu beni. Rahat, kasmayan, çok rafine olmayan hem bizden hem değil.
Bu defa, pek acil oldu ayarlamamız. Yani niyet hep vardı da, hadi gidiyoruz diye kalkışmamız son haftada oldu. O derece ki çok yakınlarımın bile haberi olmadı bu geziden. Sosyal medyada beni havaalanında görünce şaşırdılar, öğrendiler.
Kaldığımız bölge, Aksaray değilse bile bizim Karaköy-Galata’ya yakın bir mekandı. Monastraki. Otel civarında outdoor giyim kuşamı, bağ-bahçe ekipmanları satan yerler çoktu. Bunun yanında, Mısır çarşısı benzeri baharatçılar, şekerciler, züccaciye doluydu. Yanımızdaki beyleri baymamak için çok dalmadım, ama aklım kalmadı değil. Ha, bizim buralarda olmayan ne vardı? Hiç birşey. 🙂 Ama insanın zaafiyeti varsa, nerede görese dadanıyor işte. 🙂
Yediğin içtiğin senin olsun, sen gördüklerini anlat diyecekseniz, biraz anlatayım, ama ben esas yemeklerdeyim.
Gezilen yerleri kabaca listeleyeyim. Artık Atina çok komşu kapısı olduğu için internette pek çok yazı bulabilirsiniz. Bunlar benim yaşadıklarım;
Plaka-Acropolis civarı: Daracık sokaklar, şirin eski binalar, merdivenli sokaklar ve gümüş mücevherciler diyarı. Kıvrıla kıvrıla Acropolis’e doğru çıkarken, merdivenli iki sokak var. Biri Minisikleous sokağı. Biri de hemen buna paralel yine merdivenli Erechteos sokağı. Şimdi isimlere bakıp sırıtmayın. Her Türk’ün aklı benzer çalışır, biz de oradan geçtik.
Minisikleous sokağı daha genç. Ben diyim 25’ler siz deyin 30’lar. EN FAZLA. Zaten sokağa girdiğinizde sizi karşılayan manzara da bu. Biz sokağın en tepesine kadar çıkıp daracık alanda yerleşmiş bir masada kahvelerimizi içtik. Nerede olursa olsun, daha masaya oturur oturmaz kocaman bardaklarda suyumuz hemen geliyor. Bu çok hoş bir adet bence. Gün boyu bol bol su içmek durumunda kalıyorsunuz. Double Greek Coffee deyince hiç şaşırmadan, gayet olağan karşılayıp geldi krema gibi enfes kahvem. Türkiye’de hala iki defa soruyorlar.
“Duble mi istiyorsunuz?”
“Evet kardeşim, iki sade pişirin, nescafe fincanına koyun lütfen” diyorum. Hatta iyice havamdaysam, “Ya da şöyle yapalım, tek sade yapın, nescafe fincanına koyun, üstü dolacak kadar da sıcak süt ekleyin lütfen” diyorum. Garson acemiyse yüzünde garip bir ifadeyle kayboluyor. Ben mi garibim neyim?
Bu sokaktan hemen sonra olan daha “derli toplu” merdiven sokağı ise, Erechteos sokağı. Buradaki kafelerde masa ve sandalyeler vardaha konforlu ferah, eh yaş ortalaması da 40+.
Kolonaki: Nişantaşı-Teşvikiye-Maçka. NOKTA. Şık, elit, dizayner, marka, kafe. Gidilip görülmeli, koklanmalı.
Turco-limano: Tarabya. Balıkçılar, balıkçılar balıkçılar. Yelken kursuna giden çocuklar.
Glifada: Yağmurlu tek günde gittiğimiz için bayılmadık. Çok sarmadı, çok şaşırtmadı, görüldü geçildi.
Neyse koca bir haftasonunu dakika dakika anlatıp sizleri baymak istemiyorum. Tabii her an şu köşedeki çarpıya basıp geçebilirsiniz de, esas noktaları sizleri kaçırmadan anlatayım bir nefeste:
Efendim konumuz tabii ki yemek; dikkatimizi çekenler, benzerler, farklar, “tadılmalı”lar, “kaçılmalı”lar 😀
Masaya oturduğunuz anda, sormadan, yalvarmadan önünüze gelen kocaman bardak sulara bayıldım. Keşke bizde de standard olsa. Her oturduğunuzda bir bardak içseniz, günlük su istihkakınızı doldurursunuz. Garson sipariş almaya daha sonra geliyor. Bu resmen “Hoş geldiniz, yorgun geldiniz, bir soluklanın, acelemiz yok, keyif yapın” demek değil de nedir?
“Her yemeğin sonuna i ekle, oldu sana yunanca” fikri süper. İşi çok kolaylaştırıyor. Alfabeleri daha kolay olsa dil öğrenmeye gerek yok billahi. Hani en bilinen kapuzi, cacıki, kalamari yi geçtim. Daha neler var şaşırır kalırsınız. Yazılı halini değil tabii ama seslendirilmiş halinden anlıyorsunuz. Sucukaki var mesela, bizim izmir köftenin tıpkısının aynısı. Tabii bazıları da bizdeki isimlilere hiç benzemiyor. Misal mi, musakka bambaşka. Pabucaki kıymalı, hani az kalmış karnıyarık oluyormuş.
Sabah kahvaltılarımızı otelin hemen yanındaki BENNET’s de yaptık. Çok yaygın bir bayii ağı var. Avrupa’ya gidip de kahvaltıda tuzlu bulabildiğiniz nadir ülke sanırım. Çeşit çeşit börekler, poğaçalar var. Aynı bizim pastanelerdeki çeşitler gibi. Milföy tarzı, kıyır kıyır börekler ıspanaklı, kıymalı, peynirli. Gayet lezzetli ve kesinlikle mide yakmayan cinsten. En güzeli, aynı börekleri bir de sütlü yapmaları. İçine peynirli harç yerine koyu bir muhallebi koyup pişiriyorlar. Sonra isterseniz üzerine tekrar pudra şekeri ve tarçın… Yutkundum. 😀 Paskalya çörekleri devasa, bazılarının üzerini fazladan çikolata ile kaplayıp bira fantazi yapmışlar ama biz klasik sade olanlarından tercih ettik. Tadı damağımda, mahlep kokusu burnumda kaldı.
Bir de yemek sonrası standard ikram var. Bizde kebapçılarda, balıkçılarda adet oldu, siz sormadan, istemeden meyva gelir ya, burada işi abartmışlar: Önce minik bir karaf sıcak kırmızı şarap, (kırmızı şarabı bal, tarçın, portakal kabuğu ve kakule ile kaynatıyorlarmış) yanında da kocaman birer dilim revani geliyor. Nasıl hoş geliyor anlatamam. Zaten uzo ile gevşeyen bünye, sıcak şarabı da alınca, oteli bulmak zorlaşıyor.
Bunun yanında, balık yemek isterseniz karışık deniz ürünleri tabağı muhteşem. Bol kalamar, bol hamsi, tekir. Gözünü sevdiğim Avrupa Standardları herhalde, menülerde neyin donmuş kullanıldığı mutlaka yazıyor. Atina’da, kalamarlar ve maalesef karidesler donmuştu. Ha evet, lezzetliydi, ve ucuzdu, ama yazın deniz kıyısında yediklerimiz gibi değildi tabii.
En büyük hayal kırıklığımı ise taramada yaşadım. Bizim İstanbul’da bulup yediğimiz, evde yaptığımız taramalar hep bol balık yumurtalıdır. Yerken, ekmeğe sürünce, kırılmamış, çıtır çıtır yumurtacıkları görürsünüz. Oysa Yunanistan’da yediğim taramalar hep mayonez kıvamında geldi. Fazla yağlı, az yumurtalı. Ticari kaygıdan belki de bilemiyorum.
Kıssadan hisse;
Mutfak bize o derece yakın ki, kesinlikle yabancılık çekmeden, rahat rahat taam edebilirsiniz. Köftede biraz domuz olabilir, ızgara böbrek belki fazla yağlı gelebilir, ama ciğer pamuk gibi, kalamarlar çıtır çıtır, salatalar iri doğranmış olacaktır. Kabak kızartmaları, ah o kabak kızartmaları. Bizde nedense unutulan, pek uğraşılmayan kabak tava. İncecik doğranmış, çıtır çıtır kızarmış kabaklar.
Tabiidir ki, çok turistik yerlerde en mükemmel lezzetleri bulma şansı daha düşük. Yine de, damağımıza yakın, tanıdık yemekler, güleryüzlü hizmet mutlaka olacak. Sokaklarda portakal mandalina ağaçları caddeleri renklendirecek. Pastanelerde, cafelerde hoş güzel pastalar sizi baştan çıkaracak. Ve nihayetinde, Atina alışkanlık yapacak, tekrar tekrar gidilecek.
YASSU!